ANNELER GÜNÜ VE RİZELİ ANNELER
Asım KUTLUATA
Günümüzde kutlanan Anneler Gününün başlangıcı Sümerlere kadar dayandırılabilir. İlk çağlardan
beri analık, doğurganlık niteliğiyle ön plana çıkmış ve doğanın uyandığı, yeniden doğduğu bahar
mevsimi ile özdeşleşmiştir. Zaman zaman kutlamaların içeriğinin ve şeklinin değişmesine rağmen
günümüze kadar kutlamalar kesintisiz devam etmiştir.
Daha yakın tarihlere uzanacak olursak 1600’lü yıllarda İngilizler arasında “Mothering
Sonday” adı ile LENT döneminin 4.pazarı kutlamalar yapılmaya başladı. İçinde bulundukları
zor koşullar altında yaşayan ve çoğu zaman çalıştıkları yerlerde bulunan İngilizler bu özel
günde izinli sayılırlar ve tüm günlerini evde anneleri ile geçirirlerdi. Hatta biraz da
Hıristiyan aleminin yortu geleneğinin etkisiyle olsa gerek “Mothering cake” adını verdikleri
bir pasta götürme adeti yerleşmişti.
Anneler Günüyle ilgili ilk resmi kutlama önerisi Amerika’da 1872 yılında Julia
Word Howe tarafından barışa adanan bir gün olarak tasarlandı. İlk defa Boston’da
bir yürüyüş düzenlenerek kutlandı. 1907 yılında Philadelphia’da Ana Jarvis, annesinin
ölüm yıldönümünüolan Mayıs ayının ikinciPazarının Anneler Günü olarak
kutlanması için bir kampanya başlattı. Bir sene sonra Philadelphia’daAnneler Günü ulusal düzeyde kutlanmaya
başlandı.
1911 yılına gelindiğinde Anneler Günü hemen hemen her ülkede kutlanmaya başlanmıştı.
1914 yılında ABD Başkanı Wilson tarafından resmi bir açıklamayla
Mayıs ayının ikinci Pazarı Anneler Günü olarak duyuruldu.
Böylece Mezopotamya ve Anadolu uygarlıklarının binlerce yıl önce başlattığı gelenek 20. yüzyılın başından itibaren dünya çapında kabul
görmüş oldu. (www.annelergunu.com)
Anneler Gününün tarihçesinin bu şekilde özetledikten sonra Rize ve çevresinde 1970’li
yıllara kadar özellikle kırsal kesimde yaşayan kadının, annenin böyle bir günden
haberi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
1900’lü yılların başında devam eden savaşların sonucunda bir çok erkek, başta Çanakkale
ve Sarıkamış’ta olmak üzere hayatını kaybetmesi ve erkeklerin para kazanmak amacıyla
gurbete gitmeleri, ağırlıklı olarak ailenin geçimi; annelerin sorumluluğunda, dede,
babaanne ve küçük yaşta üretimin içerisinde olan çocukların katkılarıyla gerçekleşmiştir.
Denizi, dereleri, tepeleri ile değişik binlerce türde ağaç-bitki, orman, börtü böcek
ve hayvanların oluşturduğu ekosistem , Doğu Karadeniz’e bir doğa harikası görünümü
kazandırmıştır. Bu topoğrafik yapı yaşam koşullarının zorluklarını da beraberinde
getirmiştir. Bu koşullarda en fazla ezilenlerin anneler olduğunu söylersek yanlış
yapmış olmayız. Keskin vadilerle birbirinden ayrılan ve sahilden 40-50 km. sonra
3500 metrenin üzerine çıkan Kaçkar Dağlarındaki yaylalar arasında güç doğa koşullarında
8-10 saatlik mesafeye sırtında 30-40 kg ağırlığında yük taşıyan annelerin zorluklarla
nasıl mücadele ettiklerine bir çoğumuz şahit olmuşuzdur.
1970’den önce yaşamın devamını sağlayan üretim ve ulaşım koşulları, genellikle aileleri
kendi ihtiyaçlarını karşılamaya zorluyordu.
Bu zorluklara göğüs geren anneler aynı zamanda çocuk doğurmak ve büyütmek gibi çok
ciddi ve önemli bir görevin de birinci
dereceden sorumluları idi. İlkokulda okulun yakacak ihtiyacı ailelerin getireceği
odunla karşılanıyorlardı. Orta okulda ailelerinden ayrı okumak zorunda olan çocukların
yakacak ihtiyacı da, çoğu zaman 3-4 saatlik mesafelere yine anaların sırtında taşıdığı
odunlarla karşılanıyordu.
Karadenizli anneler hamileliklerinin son günlerine kadar bağ, bahçe işleri, odun
taşıma, fındık toplama ve hayvanların
ihtiyaçlarının karşılanması gibi faaliyetlere devam ederler. Bu çalışmalar sırasında
eve yetişemeden yolda doğum yapan annelerin sayısı da az değildir.
Kırsal kesimdeki bu yaşam biçiminin sosyal boyutunu da göz ardı etmemek gerekir.
En önemli faaliyet İMECE’dir. Karşılıklı yardımlaşma anlamına gelen İMECE’lerde
“karşılama” denilen türküler söylenirken bir yandan da yemek molasından sonra oynanan
horon, günün yorgunluğunu birazcık hafifletirken, öğleden sonraki çalışmaların da
daha moralli ve verimli geçmesini sağlar.
Çalışmalara ayak bağı olmaması ve annenin rahat çalışabilmesi için bir yaşına gelmiş
çocuk sütten kesilerek ebeveynleriyle birlikte 2-3 aylığına yaylaya gönderilir.
Bu uygulama sonucunda çocukda dolaylı
olarak üretime katılmış olur.
Üretime bin bir zorluk ve meşakkatle göğüs geren anaların aile içerisindeki değeri,
kıymeti de çok az bilinmekte idi. Aile yönetiminde çok fazla söz sahibi olduğu
söylenemezdi. Karadenizli annelerin aile içerisindeki yönetim gücü ancak erkek çocuğunun
15 yaşını geçmesiyle yavaş yavaş artmaya başlar ve kocası öldükten sonra en üst
noktaya ulaşır.
Yaşamını çocuklarına ve çalışmaya adamış analar, başta kız çocuklarının okuması
için ciddi mücadeleler vermişlerdir.
Çocuklarının okuduğunu, bir meslek sahibi olduğunu gören annelerin kendisinin yaşadığı
zorlukları yaşamayacakları düşüncesiyle çocukları adına çok mutlu olmuşlardır.
Rize’de geçmişte ve günümüzde yaşayan birçok anne elbette bu koşulları birebir yaşamamışlardır.
Ancak kırsal kesimde yaşayan anneler değişik ya da benzeri koşullarla mücadele etmişlerdir.
Çay tarlalarının ekime hazırlanmasında Rizeli anneler çapa ve kazma ile çalışmışlardır.
Çayın toplanması, çay alım yerlerine taşınması yine ağırlıklı olarak annelerin mübarek
sırtlarında gerçekleşmiştir. Ancak teleferik sisteminin 1980’lerden sonra uygulamaya
girmesiyle sırtta yük taşıma büyük oranda azalmıştır.
Babaları da bu faaliyetlerde yok saymayalım, onlar da kendilerini fazla yormadan
bir şeyler yapmaya çalışmışlardır.
Böyle bir günden haberi olmayan, çocuk doğurma, büyütme ve okutma sorumluluğu dahil
her türlü üretimi gerçekleştiren küçük şeylerle mutlu olmasını bilen, kanaatkar
ve özverili anneleri değil yılın annesi, yılların annesi olarak madalyalandırmak
gerekir. Yaşam mücadelesi verirken
çocuğunu doğurduktan sonra hemşiresizlik, doktorsuzluk ve ilaç bulamadığı için hayatını
kaybeden anneleri de saygı ile anmak gerekmez mi?
Günümüzde de bu koşullarda mücadele veren haklarının ne olduğunu bilmeden dünyaya
genellikle çocuk doğurmak ve çalışmak için geldiğini zanneden annelerin ve annemin
“Anneler Günü”nü kutluyorum.
Not: Bu yazı Haziran 2005 “Rize’nin Sesi Dergisi”nde yayınlanmıştır.
|