OSMANLI İMPARATORLUĞU VE CUMHURİYET DÖNEMİ MADENCİLİK SEKTÖRÜ
Asım Kutluata
1- Osmanlı İmparatorluğunda 19. Yüzyıl ve 20. Yüzyılın Başlarında Madenler ve Sanayileşme:
Madenler, insanlığın var oluşundan başlayarak günümüze kadar devamlı insan
yaşamında önemli bir yer işgal etmiştir. İlk çağlarda, savunma, avlanma, parçalama, korunma gibi hayati konularda insan,
madenleri kullanmaya, şekillendirmeye çalışmıştır.
Tarihi çağlar içerisinde bir çok döneme madenler damgasını vurmuştur. Örneğin
taş devri, yontma taş devri, bakır devri, tunç devri gibi.
Başta bakır, kurşun, demir, çinko, kalay, krom ve aliminyum gibi madenlerden elde
edilen alaşımlar ve metaller insan yaşamında ve teknolojik ilerlemede çok etkili olmuştur. Ayrıca bir çok endüstriyel hammade
de sanayinin gelişmesine damgasını vurmuştur. Bu kaynakları iyi kullanan, değerlendiren ve hizmete sunan ülkeler ekonomik ve
siyasi alanda başarılı olmuşlardır.
Su enerjisinin devreye girmesiyle değirmenin keşfi, buharın elde edilmesinde
yakılan odunların yerini 18. yüzyıl sonlarında kömürün alması ve 19. yüzyılda başta İngiltere olmak üzere doğal kaynakları
verimli kullanan Batı Ülkeleri (İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya..... gibi) hızla sanayileşmeye başlamışlardır.
Tekstilden demir-çeliğe, bakır ve bakır alaşımlarından cam ürünlerine kadar sanayinin temelini oluşturan ürünler insanlığın
hizmetine sunulmuştur. 1890’lardan sonra çimentonun bulunmasıyla ve demirle bir araya getirilmesi sonu inşaat sektöründe
yüzyıllardır devam eden klasik anlayış terk edilerek çağımızın modern binaları, köprü, viyadük, baraj, liman gibi yapıların
temelleri atılmıştır. Madenleri mamul maddeye dönüştüren Avrupadaki bazı ülkeler sanayi devrimini gerçekleştirmişler ve
savaşların kazanılmasında başarılı olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu çeşitli nedenlerle bu gelişmeyi ve sanayi devrimini
yakalayamamıştır. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı topraklarında üretilen madenler hiçbir işleme tabi tutulmadan
sanayi devrimini gerçekleştirmiş olan ülkelerin sanayilerine hammadde girdisi olarak yurtdışına ihraç edilmiştir.
Gelişmiş ülkeler madenlere dayalı olarak ürettikleri savaş malzemeleri ve
mühümmatı devamlı savaş halinde olan Osmanlı İmparatorluğuna satarken, hem savaşın gidişatını kendi lehlerine çevirmiş
hemde İmparatorluğun borçlanmasına neden olmuşlardır. Sonuçta bilinen Düyun-i Umumiye’yi (Aralık 1881 de Genel Borçlar)
Osmanlı İmparatorluğu kabul etmek zorunda kalmıştır. 1920 yılında Sevr Antlaşması ve Mondros Mütarekesi ile fiilen Batı
Ülkelerinin isteklerine evet demekten başka çaresi kalmadığına inanarak, bütün koşulları kabul etmiştir. Bu koşulları
kabul etmeyen Mustafa Kemal’in önderliğndeki milli güçler, Kurtuluş Savaşını başlatmışlar ve başarıya ulaşarak Lozan Barış
antlaşması ile Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu dünyaya ilan etmişlerdir.
2- Cumhuriye Döneminde Madencilik ve Sanayileşme Politikaları:
Osmanlının son yüzyılı, Avrupa devletleri ile aradaki sanayilişme açığının
nasıl kapatılabileceği, eğitim, ekonomik, sosyal ve siyasal konularda neler yapmak gerektiğini tartışmakla ve zaman zaman
da bu doğrultuda içerden ya da dışardan gelen öneri ve çözümlerin hayata geçirilmesi ile geçmiştir. Çabalar istenen sonucu
vermemiş ve Osmanlı İmparatorluğu 1920’de Sevr antlaşması ile yaklaşık 600 yıllık ömrünü tamamlamıştır. 1920’lerde
Osmanlı’nın geleceği ya da bu topraklar üzerinde nasıl bir devlet kurulması gerektiği hususunda, değişik gurup, kişi,
parti ve insanların kafalarında çok farklı düşünceler mevcuttur. Ancak gelecekle ilgili kafası net olan kişi Mustafa
Kemaldir. Mustafa Kemal, bağımsız bir devlet yapısı içerisinde Cumhuriyete geçişin sağlanması, padişahlığın ve hilafetin
kaldırılması doğrultusunda bir devlet yapısı düşünmektedir. Kurmayları ile birlikte Osmanlı’nın neden yıkıldığını çok iyi
tahlil ederek kurulacak olan devletin bu nedenleri ortadan kaldırmaması halinde sonucun farklı olmayacağını bilerek
hareket etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğunun sonunun hazırlanmasında etkin olan faktörlerin sayısını
onlu rakamlarla ifade etmek mümkündür.Ancak iki önemli etkeni öncelikle belirtmek gerekir. Bu etkenlerin, eğitimsiz insan
toplulukları ve sanayileşememek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Avrupa’da 13. yüzyılda başlayan bilimsel ve teknik
gelişmeler 19. yüzyılda sonuçlarını vermeye başlamıştır. Batının bir çok devleti 18. yüzyılda teknik ve teknoloji alanında
önemli gelişmeler kaydetmişlerdir. Bu gelişme, savaş teknolojilerinin de hızla gelişmesini sağlamıştır. Bu gelişmelere ayak
uyduramayan Osmanlı ekonomisi, Avrupa devletlerinin savaş gücü karşısında gereken direnci gösterememiş ve bir çok savaşı
kaybetmiştir. Toprakları üzerinde bağımsız devletlerin oluşumuna müdahale edemeyerek parçalanmaya doğru hızla sürüklenmiştir.
İmparatorluğun yıkılış nedenlerini çok iyi analiz eden Türkiye Cumhuriyetini
kuran kadro; Siyasi bağımsızlığın sağlanması için ekonomik gelişmişlik ve eğitimli insan gücüne bağlı olduğu bilinciyle,
özellikle sanayileşme politikalarına, eğitime ve öğretime önem vermişlerdir. 1924 yılında İş Bankası – Türk Maden Bankası
kuruluş kanunları ve İzmir İktisat Kongresi gibi girişimler, sanayi hamlesi ile ilgili çalışmalardır. Ancak İzmir İktisat
Kongresinde özel sektörün öncülüğüde kalkınma modeli benimsenmesine rağmen değişik nedenlerle bu yöntemin başarı şansının
olamayacağı kanaatine varılmış ve 1929 dünya ekonomik bunalımından sonra, Türkiye Cumhuriyeti “devletin öncülüğünde bir
sanayileşme politikası” benimseyerek, kanuni alt yapı hazırlıklarına başlamıştır.
1930 – 1935 yılları arasında Sümerbank, EİEİ (Elektrik İşleri Etüd İdaresi),
Etibank, Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) gibi kurumların kuruluş kanunları çıkarılarak hızla alanlarında çalışmalara
başlamışlardır.
Türkiye’nin 1920’lerde maden üretimleri oldukça düşüktür. Kömür, krom, bakır,
kurşun gibi madenler üretilmektedir. Madenlerin kullanacağı sanayilerin kurulmamış olması nedeniyle ihracata yönelik
üretimler gerçekleştirilmekte, ne kadar üretileceği konusu da gelişmiş ülkelerin sanayilerinin ihtiyacına göre
belirlenmektedir. 1848 yılından beri taşkömürü üretilen Zonguldak Kömür havzasında üretimi gerçekleştiren mühendislerin
büyük çoğunluğu yabancı uyrukludur. 1924’de Zonguldak’ta maden mühendisi yetiştirecek bir okul kurulmasına karar
verilmiştir. Bu karar madenciliğin, mühendislerin proje denetimi ve kontrolünde bilimsel verilerin ışığında yapılması
kararıdır. Bu yaklaşım madenciliğe ve sanayileşmeye verilen önemi göstermektedir. Maden mühendisliği okulundan 70
civarında maden mühendisi mezun olduktan sonra 1932 yılında bu okulun bu kadar maden mühendisi yeterlidir gerekçesiyle
kapatılmasına karar verilmiştir. Daha sonra maden mühendisi ihtiyacının karşılanması için yurt dışına bir çok öğrenci
gönderilmiştir. Bu okulun gerçek kapatılma nedeni bu gün bile tam olarak bilinmemektedir. Ülkemizde maden mühendisiliği
eğitimi 21 yıl sonra 1953 yılında İstanbul Teknik Üniversitesinde başlamıştır.
1937’de Karabük Demir-Çelik fabrikasının temeli atılırken, enerji santrallerine
de ciddi yatırımlar yapılmış, sabit sermaye yatırımlarının büyük bir bölümü ya sanayi ya da alt yapı yatırımlarına
ayrılmıştır.
3- 1945 Sonrası Madencilik Politikaları:
2. Dünya Savaşından sonra dünyadaki siyasi gelişmeler, Türkiye, izlediği iç ve
dış politikalarda değişiklik yapmasına neden olmuş ve çeşitli nedenlerle NATO ve batı bloğununun yanında yer almıştır.
Truman Doktrini ve Marshall yardımı çerçevesinde Batı’nın tercih ve
yönlendirmeleri doğrultusunda bir ekonomi ve sanayii politikası belirlenmiştir. Bu politika sanayileşmeden uzaklaşarak,
ağırlıklı olarak montaj sanayiini benimseme şeklinde yorumlanabilir. Madencilik sektörü ve maden üretimleri de ara ürün
boyutunda kaldığını söyleyebiliriz. Madenler ya hammadde ya da ara ürün boyutuna getirilerek ihraç edilirken, Demir-Çelik
fabrikalarının ihtiyacı olan demir cevheri üretimleri entegre tesislerde kullanılmaya başlamıştır. Kamu ortaklı şirketler
kurularak, bakır ve çinko izabe tessleri ile ferro krom tesisleri hayata geçirilmiştir. Ancak cevher hazırlama tesisleri
dahil olmak üzere bir çok madencilik tesisi teknoloji transferi ve yurtdışından gelen uzmanlar tarafından uygulamaya
konulmuştur. Teknoloji üreten tesislerin geliştirilmesi ile ilgili çalışmalara ya başlanmış yarım kalmış ya da hiç
başlanmamıştır. Yabancı kaynakla ve uzmanların kontrolünde gerçekleştirilen bu çalışmalar; ya anahtar teslimi ya da
maliyet + kar prensibine göre kurdurulmuşlardır. Bu da zaten yeterli kaynağa sahip olmayan ülkemize oldukça pahalıya mal
olmuştur. Ve kamu ortaklığı ile kurulan bu kuruluşlarda Erdemir’in dışında özel sektörün payı gittikçe azalırken zaman
içerisinde Karadeniz Bakır, Çinkur gibi şirketlerin sermayesi tamamen devletin eline geçmiştir.
1980’lerden sonra izlenen politika devletin üretimden çekilmesi anlayışına
paralel olarak, kamu, madencilik sektörüne yatırım yapmadığı gibi mevcut kurulu tesisleri de özel sektöre devretmiştir.
Günümüzde kömürlerin bir kısmı ve borların dışında devletin maden üretimini tamamen özel sektöre devrettiğini görmekteyiz.
1950’li yıllarda Türkiye İskenderun Demir Çeliği ve Seydişehir Aliminyum tesislerini
kurmak istemiştir. Ancak bu tesislerin kuruluşu ile ilgili “bu kuruluşların karlı olmayacağı” gerekçesiyle gelişmiş batı ülkeleri
kredi ve teknolojik destek hususlarına sıcak bakmamışlardır. Türkiye’de S.S.C.B ile anlaşarak bu tesisleri hayata geçirmiştir.
Batı ülkeleri borlarla ilgili de aynı politikayı izlemişler bor türevlerinin üretimi ile ilgili teknoloji desteğine sıcak
bakmayarak uzun zaman oyalama politikası izlemişlerdir. Teknoloji üretmeyen ve kaynakları iyi değerlendirmeyen Türkiye,
gelişmiş ülkelerin yönlendirmelerine ve isteklerine evet demek zorunda kalmıştır. Bu anlayış sadece madencilik ve sanayii
politikaları için değil diğer sektörler için de çok farklı olmadığını söyleyebiliriz.
1979 yılının sonlarında Beypazarı’nda MTA tarafından tesbit edilen 235 milyon
ton soda rezervi olan trona yatağı, aynı zamanda dünyanın 2. büyük trona yatağıdır. Yaklaşık 30 yıldır bu cevher yatağı
çeşitli nedenlerle işletmeye alınamamıştır.
Dünya Bor Rezervinin 3/2 sine sahip olan ülkemizin bu kaynaktan yeterli düzeyde
faydalandığını da söyleyemeyiz. 200 – 250 milyon dolarlık bor konsantresi ve ürünlerinin ihracatıyla 1,2 milyar dolar
dünya bor ticaretinin yaklaşık %20 sini almaktadır.
Türkiye bor türevlerini kullanacak sanayileri kuramamıştır. Sanayinin ihtiyacı
olan bor türevleri de dışarıya konsantre olarak ihraç ettiğimiz ürünleri, mamul madde haline dönüşmüş biçimi ile kat kat
yüksek ücretle ödeyerek ithal etmekte olduğumuz gerçeğidir.
2. Dünya Savaşı 2 kutuplu bir dünya oluşmuştur. Türkiye batı bloğunda
yeralmıştır. Yunanistan ve Türkiye Doğu bloğuna ve Orta Doğuya en yakın ülkelerdir. Nato’ya girmesi Batı’nın ileri
karakolu olması açısından çok önemlidir. Mustafa Kemal ve Cumhuriyetin Kurucularının sanayileşme ve bağımsızlık olarak
özetlenebilecek politikalarına yeni bir bakış getirmiştir. Bu yaklaşımın sonuçlarının çok da olumlu olduğunu
söyleyemeyiz. Çünkü Türkiye, gerek eğitimde gerek tarımda ve gerekse sanayi alanında 1800’lü yıllarda kaçırdığı sanayi
devrimini, 20. yüzyılda da yakalayamamıştır. Ve uzun yıllardır “gelişmekte olan ülkeler” katagorisinde yerini almış ve
günümüzde de almaya devam etmektedir.
Madencilik sektöründe her zaman özel sektör kamu sektörü tartışması yaşanmıştır.
Anayasada madenlerin, devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirlenmiştir. Ancak özel sektör, devletin her an
ruhsatlara el koyacağı düşüncesiyle büyük yatırımlar yapmaya sıcak bakmamıştır. Bu durum özel sektör madenciliğinin
arama, ar-ge ve teknolojik yatırımlar yapmamasını da beraberinde getirmiştir. Arama, Ar-ge ve büyük yatırımların hayata
geçirilmesi devlete kalmıştır. Devlet de 1980’lerden sonra izlenen politikalar sonucu yatırımları azaltmış, hatta durma
noktasına getirmiştir ve sonuçta madencilikte kamunun elinde bulunan bir çok işletme ya kapatılmış ya da özel sektöre
satılmıştır. Bu dünyada izlenen özelleştirme ve küreselleşme politikalarının sonucudur. Yenilenemeyecek kaynaklar olan
madenlerin aranması, Ar-ge’si ve üretiminden devletin tamamen çekilmesinin olumsuz sonuçları gelecek yıllarda
görülecektir. Madencilikte bu konumun bir ak – kara şeklinde değil de daha gerçekçi değerlendirilmesinin ülke yararı
açısından faydalı olacağı unutulmuş gibi görülmektedir.
Ana Sayfa
|